Köşe Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Koray Başar
koraydr@yahoo.com


Homofobi ilk karşılaşıldığında ruh sağlığı alanında birçok farklı nesne ve durum için kullanılan fobi kavramını, yani yersiz ya da abartılı, gerçekçi olmayan korkuyu çağrıştırmaktadır. Sadece isme bakarak neyle ilgili bir korkunun ifadesi olduğunu anlamak kolay değil. “Homo” eş, benzer, denk anlamlarında kullanılagelen bir önek çünkü. “Homofobi” 1960’larda ilk kullanıldığında eşcinsellerin (homoseksüellerin) yakınında, çevresinde bulunmasıyla ilgili korkuyu ifade etmek için, yine bu korkuyu duyan kişiler tarafından ortaya atılmıştı. Kullanımının yaygınlaşmasıyla, özellikle eşcinsel özgürleşme hareketi tarafından benimsenmesiyle, psikolojik anlamda korkunun ötesinde anlamlar kazandı. Yaygın kabulüyle, homofobi, eşcinseller veya eşcinsel davranışlarla ilgili korkunun yanı sıra, tiksinti veya nefret hissi, aşağılayıcı, yargılayıcı, suçlayıcı, yasaklayıcı tutumlara karşılık gelmektedir.1
İnsanın cinsel ve duygusal yakınlığının, ilgi ve çekiminin kendi cinsiyetinden kişilere yönelmesi, yani eşcinsellik, insanlık tarihinin hemen her döneminde, her coğrafya ve kültüründe rastlanılan bir durumdur. Eşcinselliğin tüm bu farklı görünümlerine, yüceltme ve kabulden, yok sayma, baskılama ve cezalandırmaya değişen toplumsal tutumlar sergilenmiştir. Heteroseksüelliğin tek doğru, meşru, sağlıklı, kabul edilebilir cinsel yönelim olarak kabul edilmesi, eşcinsellik ve biseksüelliğin heteroseksüellikten daha aşağı bir konumda kabul edilmesi heteroseksizm olarak adlandırılır. Bu düşünce herkesin heteroseksüel olduğunu kabul eder. Oysa eşcinsellik ve biseksüellik de heteroseksüellik gibi insan cinselliğinin doğal görünümlerindendir. Heteroseksist düşünce tarzının doğal sonuçlarından biri de homofobidir.

Homofobinin bu kadar geç dönemde tanımlanmış olması daha önce bu kavrama karşılık gelecek tutum ve önyargıların olmadığı anlamına gelmez. Ancak eşcinsel davranışın, insan tarihi boyunca her coğrafya ve kültürde mevcut olduğuna dair bilgilerimiz olmasına rağmen, eşcinsellik de ancak 19. Yüzyılda tanımlanmış bir cinsel yönelimdir. Yani kavramın ortaya çıkışı, ona karşılık gelen olgudan daha sonra olmuş gibi görünmektedir....>>Haber Bağlantıları; http://cetad.org.tr/OnlineNewspaper.aspx?content=2

Odatv'nin eşcinsel okuyucuları bizi mesaj yağmuruna tutuyor: "Odatv bunu nasıl görmedi!"
Hemen konuyu anlatalım.
Taraf'ın spor yazarı Sedat Tunalı, Trabzonspor- Lille maçında Lille'i tutan Ömer Çavuşoğlu'nu şöyle eleştirdi:
"Herkes istediğini tutar, adam da Lille'yi, (Türkçe okunuşuyla Lili) tutmuş, ellere ne ki? Hiçbirimizin aklına 60'ından sonra homoseksüel olduğu iddia edilen Marlon Brando'yu eleştirmek gelmiyorsa, Çavuşoğlu'na kızmaya da kimsenin hakkı yoktur. Herkez istediğini tutar..." (Taraf 14 Aralık 2011)
Tunalı'nın iması çok açık...

Haber Bağlantıları;

Odatv

...“Bizim Yenge” dizisinin son bölümü. Bu normal olarak etliğe, sütlüğe karışmayan; başladığı günden beri bir tane bile politik bir duruş sergilediğine şahit olmadığım dizi, iş homofobiye gelince maaşallah bütün reytingleri allak bullak etti! Güya TV ekranlarımızdaki yarışma programları ile dalga geçerek mizah üretmeye çalışırken, yarattıkları bir yarışma jürisi üyesi tiplemeleri bildiğiniz bütün gey steriyotiplemelerinin en iğrenciydi. Hani o bildiğiniz riyâkar, kadınsı, insanda iğrenme duygusu yaratan, kendinden nefret eden bir insan müsvettesi. Çok kötü bir oyunculukla dahi olsa, böyle bir tipleme zaten var olan önyargıları güçlendirdiği gibi, nefret söylem ve suçlarını yüreklendiriyor.

Bu dizinin yapımcıları, yönetmenleri, yazarları hiç mi düşünmezler; bir sorumluluk duymazlar? Cinselliğin bu kadar bastırıldığı, LGBTT bireylerine karşı işlenen nefret suçlarının bu kadar yüksek olduğu ülkemizde reyting belki biraz artar diye, homofobiyi böyle körüklemenin kaç can yaktığını? İnsanların önyargılarını gıcıklayarak, ucuz bir iki gülme çıkarabilmenin fiyatı ne?

Dokuz erkek kardeşin konu edildiği dizide bir tane bile pozitif, insana benzeyen, doğru dürüst bir gey karakter çıkaramayan “Bizim Yenge”, eşcinsel tiplemesi olarak Türk milletine, çoluk çocuğa, evlerimizin oturma odalarına bu iğrençliği neden servis etti? Bu dizinin yazarları, yönetmenleri, yapımcıları tanıya tanıya “eşcinsel” denildiğinde, bu insan karikatürüne benzeyen insanları mı tanıyorlar, biliyorlar?

Türkiye’de böyle bir homofobinin takipçisi olabilecek, hesap soracak, diziyi ve gösterildiği kanalı etkili bir biçimde boykot edebilecek güçte ve bilinçte bir LGBTT örgütlenmesi yok diye, meydanı boş bulup “vurun abalıya” mı?

Yoksa bir İstanbul mahallesinde geçen hikâyede; politik bir kelime edebilme cesaretleri yokken, memlekette artan bir şekilde var olan baskıcı, sansürcü ve de son derece tutucu yayımcılığa katkı mıdır, ayak uydurmak mıdır?...

Sen de mi 'Bizim Yenge'? - TV Haber - Online BirGün Kürşat Kahramanoğlu

Haber Bağlantıları;


Analarının değil, şartların doğurduğu bahtsız insanlardan bahsedeceğim bugün.
Sahiplenilmek nedir bilmeyen, nefretin her haline tanıklık eden insanlardan...
Önce en güvendikleri aileleri tarafından terkedilmiş, ortak yaşadıkları millet tarafından reddedilmiş ve vatandaşı oldukları devlet tarafından görmezden gelinmiş insanlardan bahsedeceğim.

Suçları ne peki???
Geceleri asayişi bozuyorlar.
Gündüzleri hem görüntü kirliliği hem de huzursuzluk yaratıyorlar.
Saldırgan tavırlarıyla diğer insanları rahatsız ediyorlar.
Küfür ediyorlar. Kavga ediyorlar. Kötü örnek oluyorlar.
Seks işçiliği yapıyorlar, dolayısıyla toplum ahlakını bozuyorlar.

Bu konu ile ilgili daha öncesinde de bir yazı yazmıştım.
Ve bir mağdurun sözüyle koymuştum son noktayı.
Diyordu ki;KÖTÜ ŞARTLAR, KÖTÜ İNSANLAR DOĞURUR .

Gündüzleri ayak altında dolaşmalarına izin verilmediği için, savunmasız bir şekilde geceleri yaşamaya çalışıyor onlar.
Mesleklerini yapmalarına müsade edilmediği için, seks işçiliği yapıyorlar. Çünkü bir şekilde karınlarını doyurmak zorundalar.
Herkes gibi görünemedikleri için, bu sebeple kabul edilmedikleri, dışlandıkları için hırçınlaşıyorlar.
İnsanca muamele görmedikleri için, hep insanlıktan çıkmış hallerini gözümüzün önüne koydukları için korkutucu görünüyorlar.
Görünmelerine, konuşmalarına, çalışmalarına hatta ve hatta yaşamalarına izin verilmediği için saldırganlaşıyorlar......>>BoluOlay-Rana Dişa- Tamamı

İkbal’in Hicabı

28.11.2011


İkbal Gürpınar’ın geçen hafta Hindistan’ın ‘kutsal travestiler’i ‘Hicre’ler (Hijra’lar ya da) üzerine homofobik bir ceht ve ‘ümmî’ bir cesaretle sarf ettiği berbat sözler, Dersim tartışmaları arasında kaynadı gitti.

Gürpınar, malûm, sabah programlarında uzun yıllar TRT ekranlarından süregelmiş sunuculuk macerasını şimdilerde ‘dini bütün’ vaziyette Kanal 7’de sürdürüyor. İhtimal kendisi TRT zamanlarında da dindardı, ama o zamanlar dini, hayatına şümullü biçimde hâkim kılmadığını, ‘hicab’sız bir dünya hayatı sürdüğünü hatırlıyoruz. Bilemediğimiz onun ‘gönül penceresi’ni açıp hicaba bürünmesine neyin sebep olduğu; tabii Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.

Buna mukabil bilebildiğimiz, İkbal Gürpınar’ın geçen haftaki programında Hindistan’ın geleneksel dinsel-kültürel yapısının en renkli parçalarından birini oluşturan ‘Hicre’leri malzeme yaparak eşcinsellik, daha doğrusu heteroseksüalite-dışı farklı cinsellikler üzerine hayli hakaretamiz bir değerlendirme yaptığı… Şu sözler ona ait:

“Bir de tabii çok enteresan bir haber; Estağfurullah el azim diyerek okumak istiyorum: Hindistan’da Hicre denilen, yani kendini üçüncü cinsiyet olarak kabul eden, ne erkek ne kadın olan, ikisini birden taşıdıklarını söyleyen insanlar bir festival yapıyorlar… Ve çadırda çıkan yangında 15 eşcinsel ölüyor. Arkadaşlar rica ediyorum olur mu? Eşcinsellikle de ilgili… Lût kavminin başına neler geldiğini Kur’an-ı Kerim’i açın ve okuyun! Bu bir tercih değil; bu bir hastalık ve buluğ çağındaki bütün erkek çocuklarının, kız çocuklarının hormonlarının test edilmesi gerektiğini herkese hatırlatmak istiyorum. Eğer bir hormonlarda eksiklik varsa, buluğ çağında tedavi oluyor. Ondan sonra, o piyasada hani sanatçı diye dolaşan birileri var ya, onlar gibi birileri çıkıyor ortaya, eğer tedavi ettirmezseniz… Allah korusun! Rica ediyorum!..” Video için tıklayın...
Heteroseksist/homofobik söylemin bu ‘müteneffir’ dilini seferber eden zihne, eşcinselliğin bir hastalık değil farklılık, cinselliğin de yekpâre değil ‘yelpaze’ olduğunu bu daracık köşede anlatmanın imkânı olmadığı gibi yararı da yok. Ama ‘din’ adına lânetlendiği söylenen insanların da dinle, kutsalla ve ilâhî olanla içtenlikle ilişkilenebileceğine dair bazı ‘kültürel’ bilgileri paylaşmak, en iyisinden kör gözlere ışık, en kötüsünden kem gözlere şiş olabilir. 

Ayşe Kulin, gay romanı yazmak için ille gay mi olmalıydı?

Yazar Ayşe Kulin’in yeni romanı Gizli Anların Yolcusu tartışmaları da beraberinde getirdi. Şimdi twitter’da ve internetteki başka mekanlarda eşcinsel olmayan bir yazarın eşcinsel dünyayı anlatan bir roman yazmasının doğru olup olmadığı, daha doğrusu bilmediği bu dünyayı hakkıyla anlatıp anlatamayacağı konuşuluyor. Önce bu tartışmayı okuyun, sonra dünyadan benzer hadiseleri…

İnternette Ayşe Kulin’in yeni romanı Gizli Anların Yolcusu’yla ilgili yorumların birinde, “Tecavüze uğramış bir grafikeri ‘o yolun yolcusu’ olarak gösteren Ayşe Kulin, iki erkeğin aşkını anlattığına inanmamızı beklemesin” deniyor. Bir diğer yorumun sahibi, Ayşe Kulin’in eşcinselliği “bir doğum kontrol yöntemi” saymasını eleştiriyor ve “Gerçekten böyleyse eğer, yani eşcinsellik tabiatın dünya nüfus artışının hızını kesmek için icat ettiği bir şeyse, aşkın bununla ilgisi ne?” diye soruyor. Edebiyat eleştirmenlerine gelince; “Ayşe Kulin’in yazdığı en iyi roman” diyenler var.
Ben abartmamak gerektiğini düşünenlerdenim. Gizli Anların Yolcusu, Ayşe Kulin’in yazdığı en iyi roman filan değil. Kendi hayatından yola çıkarak yazdığı Hayat ve Hüzün’le karşılaştırılamaz bile. Kitabın adının ilk harflerinin “gay” kelimesini oluşturması gibi yüzeysel satış oyunlarının bir kitabı iyi edebiyat ürünü yapmaya yetmeyeceği kesin. Ancak iyi tarafından da bakabilir ve bu toplumun “öteki” diye nitelendirdiklerini anlamak adına gösterilen her çabanın kıymetli olduğunu düşünebiliriz. Ayşe Kulin kitabını yazarken sadece hayal gücünü, romancılık hünerini konuşturmamış, eşcinselleri gerçekten anlamaya, iç dünyalarını keşfetmeye çalışmış. Ama sadece çalışmış. Sonuçta da ortaya “yoldan çıkmış” gay karakterleri olan ama sonu mutsuz biten bir beyaz dizi kitabı çıkmış. İlle eleştirecek bir şey ararsam belki şunu da söyleyebilirim: Romanda birbirine âşık iki erkek var. Biri yaşadığı büyük acının ardından karısıyla ilişkilerini bir türlü rayına oturtamadığından eşcinsel oluyor, diğeri çocukken din öğretmeninin tecavüzüne uğradığı için… Yani kahramanların ikisi de eşcinsel olarak dünyaya gelmemiş, ikisi de eşcinsel olmayı kendi seçmemiş. Ayşe Kulin büyük ihtimalle kemikleşmiş okurlarını küstürmek istememiş. Ayşe Arman’ın yaptığı röportajda şöyle diyor zaten: “Kahramanım İlhami duygularının coştuğu bir akşam o genç erkekle sevişiveriyor. Olabilir böyle bir şey, insanın ayağı kayabilir.”
Eşcinsellerin romana temel itiraz noktası da bu aslında: Eşcinselliğin insan tabiatıyla ilgili bir seçim olarak değil, bir nevi ayak kayması yani kötü bir kaza olarak gösterilmesi. - Kaynak-Tamamı- Egoistokur

Esasen bir ilki gerçekleştiren ve ‘queer’ kültürüne festival alanı açan 1. Pembe Hayat Kuirfest’e değinmek lazım. “Zenne” (2011) ile başlayıp “Nar”ın (2011) da gösterileceği festivalde “Erkek Gibi Ölmek” (“Morrer Como Um Homem”, 2009), “Üç” (“Drei”, 2010), “Erkek Fatma” (“Tomboy”, 2011) gibi son dönemin ilginç ‘eşcinsel kültürü konulu’ filmler dikkat çekiyor. Bunun yanında Todd Haynes’in ‘Yeni Queer Sineması’ atılımının kilit halkalarından birine dönüştürdüğü siyah-beyaz “Zehir”inin (“Poison”, 1991) programa girmesi ilgimi çekti açıkçası. Aynı zamanda !f İstanbul’un yıllardır sürdürdürğü ‘Gökkuşağı filmleri’ bölümünün burada başlı başına bir etkinliğe dönüşme cesaretini gösterdiğini de not düşelim.

Bu noktada bu festival takvimine katkıyı takdir etmekle beraber Kuirfest isminin Türkçeleştirmesini de eleştirmek şart. Zira independent (bağımsız) gibi kelimeler bizim sözlüğümüze girdiğinde İngilizce halleri, Türkçe okunuşuna çevrilmiş. Bu bütün dünyada böyledir. Ancak festivalin İngilizcede bir terim olan ‘queer’ için böylesi bir kavram üretmesi bir hayli ‘cinsiyet ayrımcısı’ bir yaklaşım gibi geldi bana açıkçası. Ancak üçüncü dünya ülkelerinde olabilecek bir ideolojik duruş adeta.





Malatya Gezici ve Kuirfest




Cırt diye okunuyor. Akıyor resmen. Yormuyor, germiyor. Ve bu defa Ayşe Kulin, kendisi için cesur bir maceraya atılıyor, ‘seksten ari bir eşcinsel aşk’ı anlatıyor. Eşcinsel dünyayı pek yakından bilmese de, gay arkadaşlarından onay alıyor. Everest’ten çıktı, 100 bin basıldı, bu arada romanın adı ‘Gizli Anların Yolcusu’. Sözcüklerin baş harflerini bir araya getirin bakalım ne oluyor...

Ayşe Kulin! Eşcinsel aşkı anlatan bir kitapla karşımızdasınız. Hayrola? Nereden esti?- ‘Veda’yı yazdıktan sonra. Gerçekten de esti. ‘Veda’da, kendi ailem üstünden Osmanlı’nın çöküşünü anlatmıştım. Epey araştırmam, çalışmam gerekiyordu. İşgal altındaki İstanbul, dedemin sürgünden yolladığı mektuplar, bir sürü keder, acı... Kendi kendime dedim ki, “Artık yeter! Bundan sonra tamamen aşk üzerine, hafif kurgusal bir roman yazacağım!”
Bırakın eşcinsel aşkı; aşk, sizin romanlarınızda pek işlediğiniz bir tema değil...- Evet ama her şeyin bir ilki vardır Ayşecim. Aşksız roman olmuyor, aşksız hayat da olmuyor!

Ayşe Arman -Hürriyet -Tamamı

Berk Efe
Evli olduğu kadına şiddet uygulayan erkekle ilgili bir haber duyduğumuzda “Bu adam ruh hastası herhalde” diyebiliyoruz kimi zaman.
Bunu dediğimizde, belki rahatlıyoruz, belki kendimizce bir açıklama getirmiş oluyoruz. Bir taraftan da bu şiddete zemin hazırlayan bir yığın meseleyi görmezden gelmiş oluyoruz. Örneğin, erkeğe böyle bir şiddeti kullanma yetkisini veren toplumsal değerleri, bu şiddeti mümkün kılan aile kurumunu ve bu kurumu mümkün kılan sınıflı toplum yapısını gözardı ediyoruz. 
Bu eğilime ve çeşitlerine genel bir başlık olarak “Psikolojikleştirme” ismini takmak mümkün. Psikolojikleştirme, bir dizi sosyal, politik, kültürel, ekonomik özellikleri ve nedenleri olan bir durumu, bireyin içsel yapıları ve psikolojik durumu ile açıklama eğilimine verilen isim. Bu tarz psikolojikleştirmelerden biri de yaygın bir söylem olan homofobi kavramsallaştırmasında yaşanıyor.
Homofobi, pek çok kaynakta eşcinsellere yönelik korku ve nefret olarak tanımlanıyor. Özellikle eşcinsellere yönelik şiddet eylemlerinde, eşcinsel ve transgender cinayetlerinde, bu şiddet eylemlerinin faillerinin homofobik olduğu öne sürülüyor.
Eşcinsellik karşıtlığı bir fobi mi?
Psikoloji kaynaklarına bakacak olursak fobi, herhangi bir durum, nesne, aktivite, insan veya hayvana karşı duyulan irrasyonel, dayanılamaz, engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanır. Fobiye sahip olan kişi, bu korkuyu yaratan uyarandan kaçmak için sürekli ve irrasyonel bir arzu içerisindedir. Bu korku kişinin kontrol edemediği bir düzeye gelmişse ve hayatını kötü yönde etkilemekteyse, anksiyete bozuklukları kategorisinde yer alan fobi tanısı koyulur.
Psikolojinin hastalık kategorileri arasında homofobi bulunmuyor. Buna rağmen, farklı psikoloji disiplinleri, homofobi üzerine birbirinden farklı açıklamalar üretiyor. Bu açıklamalarda eşcinsellere yönelik nefret ya da ayrımcılık, ‘homofobik kişi’nin içsel yapısında, zihinsel modellerinde aranıyor.
Kavramın asıl yaygınlık bulduğu kullanım alanı ise politik alan ve gündelik yaşam.  Örneğin, eski Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf “Eşcinsellik Hastalıktır” dediği zaman, bu sözleri homofobi ile açıklamak oldukça yaygın. Böylece, onun bu davranışını irrasyonel bir korkuya bağlamış oluyoruz. Kaynak -Tamamı Altüst Dergisi

Milyonlarca tanımadığım, ama özellikle de tanıdığım biseksüellere ithaf edilmiştir...
Övünmek gibi olacak ama Türkiye’ye 2007’de döndüm döneli cinsellik konusunda milyonlarca insanın duymadığı, düşünmediği konularda da yazıyorum. Yazdıklarım çok orjinal, hiç bilinmeyen teorik şeyler değil. Sadece bu memleket, “cinsellik” kelimesini duyunca hemen seks konuşulacak sanıyor. Ya iştahlar kabarıyor ve okumanın üçüncü dakikasında ilgiler dağılıyor ya da yüzler kızarıp abdestler bozulacak sanıp yazı bir kenara bırakılıyor. Örnek mi istiyorsunuz? Kaç taneniz interseksin ne olduğunu duydu? Halbuki BirGün’de, daha Türkiye’ye tam dönmemişken Ekim 2006’da yazmışım bu konuyu! Aynı zamanlarda, interseks bir Türk vatandaşı ile röportajım da yine BirGün’de çıkmış o günlerde... Tabii, Haydar Dümen varken Türkiye, Kürşad Kahramanoğlu’nu ne okusun? Babam da Haydar Dümen’ciydi, biz muhafazakâr, eskinin kıymetini bilen(!) bir toplumuz...vs.vs diye düşüncelere dalmışken, bilgisayarıma doktor bir arkadaşımdan elektronik bir posta düştü. Selçuk doktordur, ama aynı zamanda gazeteden köşedaşım ve doğru dürüst bir entellektüeldir. “Eşcinsellik biyolojik bir hastalıktır” diye fetva verip, hâla koltuğunu koruyan bir Bakan’ın olduğu ülkemizde bile cinsellik konusunun sadece doktorların inisiyatifine bırakılmaması gerektiğini takdir edebilecek bilgi ve derinlik sahibidir. Selçuk elektronik postasında, Yapı Kredi Yayınları'nın Cogito dergisi Kış 2010 sayısı için dosya konusunu "Cinsel yönelim" olarak belirlediğini yazıp, katkı ve önerilerimi sormuş. Selçuk’u hakikaten severim, kıramadım ve işte herkesin ne olduğunu bildiğini sandığı, en aşağısından ne olduğu konusunda bir fikri olduğunu sandığı, cinsellik yelpazesinin “biseksüellik” dilimi hakkındaki bu yazıyı kaleme almaya böyle karar verdim...

Wikipedia, biseksüaliteyi “Homoseksüalite ve heteroseksüalite ile birlikte üç ana cinsel yönelimden biridir; biseksüalite hem fiziksel hem/veya, de/da romantik olarak hem kadını hem de erkeği çekici bulmaktır” diye tarif ediyor. Hiçbir cinse karşı ilgi duymayanlara da “aseksüel” diyoruz. "Aseksüel olmayan, ama iki cinsten biri için belirgin bir şekilde çekici bulmayan bireyler de kendilerini “biseksüel” olarak tanımlayabilirler” diye ilave etmiş. Hetero ve homoseksüel terimleri gibi biseksüalite de 19. yüzyılda ortaya çıkmış terimler olsalar da, tarih boyunca değişik toplumlarda ve hayvanlar aleminde biseksüalitenin var olduğunu biliyoruz.

İşin pratiğine bakarsak; benim yakından tanıdığım, bildiğim, arkadaşım olmuş birçok biseksüel var. Kolay iş değil. Toplumda ciddi olarak ayrımcılığa uğrayan bu bireyler, eşcinsellerin çekmek zorunda oldukları bütün ayrımcılıklarla yüzleşmenin ötesinde, uzun dönemler eşcinseller tarafından da ayrımcılığa tabi tutuldular. Batı’da eşcinsel hareketin yükselişte olduğu 70’li, 80’li yıllarda biseksüeller, eşcinsel hareketin önemli bir kısmı tarafından “mücadeleyi sulandıran, aslında olmayan bir cinsellik yaratarak eşcinselliklerini yumuşatmaya, daha kabul edilir birşey yapmaya çalışan” bireyler ve gruplar olarak suçlandılar. Bu görüş artık demode olmuşsa da, o dönemlerde birçok biseksüele “mücadelemize, örgütümüze, katılabilirsiniz, cinsel pratiğiniz özelinizdir; kendinizi eşcinsel olarak tarif edin” baskısı yapıldı!
Biseksüelliğin en liberal eşcinsellerin bile kafasını karıştıran, onları “eşcinsellikleri ile yüzleşemeyen, aslında dolaptan bir türlü çıkamayan eşcinseller olduklarını” düşündüren ana neden; biseksüel pratiğin değişik tezahürlerinin olması. Bir insan tüm ergen yaşamında biseksüel olabileceği gibi; biseksüeliğini pratiğe dökme şekli ergen yaşamının sadece bir kısmında olabilir. Bir biseksüel, aynı zamanda hem karşı hem kendi cinsine yönelebileceği gibi, ömrünü belli dönemlerde sadece kendi cinsine, belli dönemlerinde sadece karşı cinse yönelmiş olarak yaşayabilir. >>Kürşad Kahramanoğlu : Biseksüalite, cinsellik yelpazesinin lay lay lomu mu?

Yiğit Karaahmet'den sonra O.Eğin de S.Dursunoğlu'a tepkili.

Akşam
Hayatını Huysuz Virjin kod adıyla bir travesti olarak kazanan Seyfi Dursunoğlu'nun pazar günü Ayşe Arman'a söylediklerinin ardından kıyamet kopmamasını anlamıyorum. Homofobi konusunda duyarlı derneklerden de bir ses yükselmedi henüz.
Oysa Dursunoğlu'nun sözlerinin yenilir yutulur tarafı yok. Bizzat travestiliği toplumda popüler kılan Seyfi Dursunoğlu eşcinsellerin görünür olmasına itiraz ediyor.
'Eşcinselsen evinde otur, kimsenin gözünün içine sokma' diyor.
Birkaç yıl önce kendisine peruğu çıkartıp hizaya getiren, 'Adam ol' diyenlerin de mantığı buydu. Bu haksızlığa tepki duyanlar arasında Dursunoğlu'nun pek sevmediği eşcinseller de vardı ama. Bugün kendisine artık hiç komik olmamasına ve modası geçmesine rağmen hala ekranda yer buluyorsa bunda eşcinselliğini evine yaşamayı reddedenlerin de payı vardır.
Yaşayamadığı her şey içinde kalan, bu yüzden de kendi yapamadıklarını hayata geçirenlere büyük nefret ve kıskançlıkla bakan Huysuz Dursunoğlu'na kötü bir haberim var.
Önümüzdeki 10 yıl dünya aile kavramının tanımının baştan aşağı değişmesine tanıklık edecek. Bu değişim kuşkusuz pek çoklarını rahatsız edecek, birçok itirazla karşılaşılacak ama eninde sonunda kabul görecek.
Eşcinsellik daha da görünür olacak.
Geçenlerde Amerika'daki nüfus sayımı istatistikleri açıklandı. İlk kez geçtiğimiz sene evlilik dışı beraberlik yaşayanların sayısı evli çiftleri geçti. Aynı evde yaşayan, çocuk sahibi olan, aile kuran ama kağıt üzerine evli olmayan çiftler çoğaldı.
Bir de istatistiklerin henüz içinden çıkamadığı bir aile yapısı var: Birbirini sevip beraber yaşamaya başlayan iki kadın, çocukları ve o çocukların 'babası' yani sperm donörü olan bir erkek aynı evde yaşıyor. Bu da bir aile sonuçta, çocukların keyfi yerinde.
New York'ta 'eşit evlilik kanununun' geçmesiyle beraber evleneceklerini açıklayanlardan biri Türkiye'de de çok seveni olan 'How I Met Your Mother' dizisinin yıldızı Neil Patrick Harris. Yıllardır açık bir gay olarak yaşayan Harris'in bir 'eşi' ve ikizleri var. Ailece şehirde çocuklarını gezdirdiklerini, diğer aileler ne yapıyorsa aynı aktivitelerde görmek mümkün.
Bu bir aile değil mi?
Önceki gün açıklanan yeni kabinede tek kadın bakan var. Aileden sorumlu Fatma Şahin. Kendisini hiç tanımamakla beraber, başta bizim gazeteden Özlem Çelik'in hakkında yazdıklarından sonra bu bakanlığın göstermelik olmayacağına, 'gelenin gideni aratmayacağına' ikna oldum.
İlk olarak kendisinden bir önceki bakanın ayıbını silecek bir adım, bir açıklama bekleyen tek ben değilim herhalde. Bir anda gökkuşağı bayraklarına dolanıp Cemil İpekçi'yle Bekir'i 'örnek çift' olarak göstermesi değil kastım.
Fatma Şahin'in atandığı bakanlık artık sadece kadından sorumlu değil, kapsamı genişletilerek 'aile' bakanlığına dönüştürdü.
'Aile' ise artık bildiğimiz gibi değil.
Toplumdaki en küçük kurumun bir anne, bir baba ve 'üç çocuk'tan ibaret olduğu günler bir önceki yüzyılda kaldı. Sadece 'yozlaşan' Batı toplumunda değil. Yasal hakları olmadan da kendilerine bu hayatı kuran, düzen onlara bu imkanı vermese de kendi aile kurallarına göre yaşayan insanlar Türkiye'de de var.
Aile bakanı bu dört sene içinde hiç değilse tek bir şey yapsa yeter: Bir gece akşam eşiyle evde oturup tam da bahsettiğim alternatif aileyi (iki kadın, iki çocuk, bir sperm donörü) çok güzel anlatan 'The Kids are All Right' filmini izlese... Hani arada Cumhurbaşkanı 'Film izledim çok güzeldi' diye açıklama yapıyor ya, ona benzer bir şekilde bir twit atsa, 'Çok güzel bir film izledik' dese yeter...
Bu bile büyük bir adım olur.
İnanın, 'görünür' olmasa bile böyle bir elin kendilerine uzatılmasını bekleyen çocuklar var.
twitter.com/orayegin
facebook.com/oryegn

Yiğit Karaahmet, Ayşe Arman  Huysuz Virjin röportajını  başka bir açıdan kaleme aldı.

Belirli bir yaşa ulaştıktan sonra süper rahat bir kafaya bağlayıp, dünya umurunda olmayanlarla sohbet etmek gerçekten keyifli.  Severim bu tür yaşlıları aslında. Ama hepsini değil. ...............
 Dursunoğlu sanki parasını kadın kılığında sahneye çıkarak kazanmıyor da bankadan aldığı emekli aylığıyla geçiniyormuş gibi eşcinsellerin görünür olmasına karşı çıkıyor: ‘İnsan eşcinsel olabilir ama eşcinsel olmak, ille de kadın gibi görünüp sokaklarda para kazanmak için dolanmak değildir. Eşcinselsindir, evinde oturursun, senin ne olduğun kimseyi alakadar etmez’.
Yuh artık. YUH!
Bu kadarı da ayıp artık.
Ayşe Arman’da o sırada kendisiyle ve bıyıklarıyla o kadar ilgilenmekte ki sormuyor adama ‘Peki siz nesiniz hanımefendi. Biraz çelişki yok mu burada?’ diye. Sanki biz Seyfi Dursunoğlu’nun ne olduğunu bilmiyoruz, sanki onu Romalı Perihan’la evliliğinden tanıdık, sanki o evindeki dantelleri babam yaptı, sanki Emel Sayın’ın kıyafetlerini büyük bir el becerisiyle değiştirip kendine uyarlayan bir başkası… Sanki? Sanki ne gerçekten?...

Kaynak Devamı >> Dipnottv


Selda Uskan
seldatosun@gmail.com
Bana ne A.'nın cinsel tercihinden?


İki gündür yakın dostlarımdan, gerek şifahen, gerek mail aracılığıyla baskı görüyorum. “Armağan Çağlayan’la, Erol Köse’nin twitter üzerinden yaptığı kavganın tek nedeni sensin” diyorlar.  İki şeyi kastediyorlar; Biri “Köse’ye göre, Çağlayan askerlik yapmamak için mahkemeye ‘ben eşcinselim’ raporu sunmuş. İkincisi, bunu meğer ben 2003 yılında, Milliyet’teki ‘Sarıkızın anıları’ köşemde yazmışmışım!

Vallahi unutmuş gitmiştim. Evet böyle bir konuya değinmiştim yıllar evvel. Ama benim derdim bugün Erol Köse’nin yaptığı gibi Çağlayan’ın cinsel kimliği değildi ki. O günlerde yayınlanan Pop Star yarışmasında, (Çağlayan malum jüri üyesiydi) bir Rus kız yarışmacıya etmediği hakareti bırakmamıştı da ondan... Ben buna takmıştım sadece. Çünkü Armağan, zavallı kızın elindeki Türk bayrağına bakıp, “Sen Türk müsün ki bayrağımızla çıkıyorsun” diyerek kızı hüngür hüngür ağlatmıştı.

Ertesi gün ben de demiştim ki köşemden, “Bu kadar Türk’sen keşke askerliğini yapmamak için, ‘ben gay’im’ diye mahkemelere çıkmasaydın.” Bunu elbette bir yerimden uydurmamıştım. Elimde büyüyen bir arkadaşın kızı, olayı daha o günlerde anlatmıştı. Çünkü Armağan’ın şahidi olarak mahkemeye bizzat kendisi çıkmıştı bu kız. İkinci şahit de yine hep birlikte çalıştıkları müzik şirketinin bir diğer üst yöneticisi hanımdı.

İşin ilginci o yazımdan sonra hiç kimseden ne bir itiraz, ne de bir mahkeme kararı gelmişti.

Ha ondan sonraki yıllarda Armağan Çağlayan askerliğini kısa dönem yaptı. Bu yüzden kendisini kutlarım. Demek ki içine sinememiş.

Ayrıca hep deriz ya, mazi insanın bir adım gerisinden gelir. Bazen arkaya dönüp tekmelemek mi lazım acaba; ‘Abi senin başka işin gücün yok mu, gitsene işine’ diye.

Not;

Bu da, o yazının hemen ardından, yanlış anlaşılmamam için kaleme aldığım ‘eşcinselliğe bakış açım’la ilgili satırlar… Aynı zamanda eşcinsellerin kurdukları ‘Diriliş’ isimli bir derneğin de tanıtımını yapıyorum. Sıkılmazsanız okuyun; Devamı- Kaynak Farklı Haber8



HAKKI DEVRİM

Mana gelmez, evet ama ben Erdoğan'ın, Kılıçdaroğlu'nun, Bahçeli'nin mektuplarından daha çok ilgi duyarak, onları anlamaya çalışıyorum.

Yaşı benden küçük, yaşıtım, babam, hatta dedem yaşında eşcinsel dostlarım oldu. Gene de konu hakkında fazla –diyelim ki gerekli ve yeterli- bilgi sahibi değilim. Büyükler bu bahse hiç girmemeyi tercih ederlerdi. Lise yaşlarımda ve Ortaköy’de, daha çok bu yanıyla anılan her yaştan tanıdıklarım oldu. Konusu eşcinsellik olan bir tartışmaya, bırakın katılmayı, şahit olmam bile pek nâdirdir.
Bizim evin, ailenin konusu da değildi bu. Gene de bir fikir vermek için hatırımda örnek var. Babam sordu bir gün, ben üniversitedeydim:
-O senin sevdiğin, adını çok andığın hoca için ahlaksız diyorlar. Aslı var mı bu söylentinin?
-Evet, demekle yetindim. Nasihat vermeye meraklı bir baba olsaydı, bu kısa konuşmanın ardı nasıl gelirdi, bilmiyorum.
Babam o kadarla kaldı. Ben de ona:
-Biliyor musunuz, eşcinseller diğerlerinden, yani normal bildiklerimizden daima daha zeki, okur-yazar ve ilgi çekici oluyorlar, diyemedim.
O tarihlerde eşcinsellere yakıştırdığım pek yukarıdan bir açıklama konusunda ben de babamı biraz aydınlatmaya cesaret edemedim. Oysa yaşıtlarıma söyler dururdum:
-Evet onlar daha zeki, daha kültürlü ve ilgi çekici oluyorlar. Çünkü onların toplumla tokuşması çok erken yaşta başlıyor. Normal dediklerimizden daha okur yazar, daha cevval, daha eğlenceli olmalarının sebebi de bence bu.
Yıldırım, genç olsan da bu dediğimi sen anlarsın. Tokuşmak fiilini kullanmışken, araya Şeyh Gâlib’den bir beyt sıkıştırmayı da ihmal edemem:
Kitâb-ı Mesnevî’si âyet-i ders-i hikmettir/Tokuşmuş mevc mevce kulzüm-i aşk muhabbettir.

Bana gelmez öyle güzel mektuplar
Eşcinsel bir genç adam, Yıldırım Türker’e Allah için çok içten ve güzel bir mektup yazmış. Rahatsızlığını, sıkıntısını ona anlatmış. Radikal okurlarına usta kalemiyle aktardı o mektubu Yıldırım. Dikkatle, duya-anlaya okudum o satırları. (Radikal, 27 haziran).
O yazıdan etkilenen 28 yaşında bir avukat, gene eşcinsel bir genç adam. Yıldırım’a yazdığı e-mail’i Ayşe Arman’a da göndermiş. Ayşe yayımladı (Hürriyet, 29 haziran), bu sayede ben onu da okudum.
Bakın ne diyeceğim, Yıldırım’ın ve Ayşe’nin okurlarının duyarlılığı ve sıkıntıları, beni Tayyip, Kemal, Devlet, Ahmet beylerin meselelerinden ve dertlerinden daha çok ilgilendiriyor. Siyaset haberlerini okuduktan sonra, bu iki mektuptan sonra olduğu gibi... gazeteyi bırakıp sırtlığa yaslanarak uzun uzun düşünme ihtiyacı duymuyorum. Aslında çoğunu da okumuyorum.
Bir ertesi nesil köşekadıları olarak Yıldırım’a da, Ayşe’ye de teşekkür ederim. Bana böyle mektuplar gelmez tahmin edeceğiniz gibi. >>Kaynak
 

YILDIRIM TÜRKER

27/06/2011
Karşılaştıkları saldırılar nitelik değiştirmemiş olsa da eşcinsellerin toplumsal görünürlük konusunda geldikleri nokta meydanlardan okunabilir.


Geçen yıl binlerce kişinin katılımıyla ilk olarak gerçekleştirilen LGBT bireylerinin özgürlüğü için dayanışma yürüyüşünün (gay pride) ardından dün de binlerce kişi sokaklardaydı.
Bu arada geçen hafta Uluslararası Af Örgütü, ‘Ne bir hastalık ne de bir suç—Türkiye’de Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans Bireyler Eşitlik İstiyor’ başlıklı kapsamlı raporunu yayımladı.
Raporda, hükümetin kimi hak alanlarında açılımlara imza atmasına karşın Türkiye’de son yıllarda iyice güçlenen LGBT özgürlük hareketi ve genelde LGBT bireylerine yönelik düşmanca tavrının altı çiziliyor.
Kadın ve Aileden sorumlu Bakan Aliye Kavaf’ın şanlı ‘tedavi gerektiren hastalık’ tanımı üstüne yükselen protestolara kulak asmayıp özür dilememişliğinden dem vuruluyor. Bu arada hükümetin bol yumurtalı unsuru Burhan Kuzu’dan da müthiş bir alıntı var: “Anayasa çalışmaları sırasında eşcinsellerin de talepleri oldu. Halen de geliyor. İstiyorlar diye verecek miyiz? Şu anki koşullarda mümkün değil, kamuoyu buna hazır değil.”
AKP hükümeti lütfedilecek haklar olarak görüyor eşcinsellerin eşit haklara sahip olma talebini.
En büyük rahatlıkla nefret suçlarının işlenebildiği ve işleyenin yanına kar kaldığı alan, eşcinsellere yönelik haklar zeminidir. Bakanın teşhisi üstüne kimi kendine demokratların, ‘hastalık değil, günah’ fetvasında bulunmasını her yıl onlarca LGBT bireyinin nefret cinayetlerine uğradığı bir ülkede ‘fikir ve inanç özgürlüğü’ olarak adlandırabilmesi de henüz yolun çok başında olduğumuzu gösteriyor.
LGBT bireylerinin örgütlü özgürlük mücadelesi yine de epeyi yol kat etti. Karşılaştıkları saldırılar, nefret ve düşmanlık nitelik değiştirmemiş olsa da eşcinsellerin toplumsal görünürlük konusunda geldikleri nokta meydanlardan okunabilir.
Ben de 1995 yılında, “II. AIDS’le Savaşım Kongresi’nde yapmış olduğum ve o yıl, itirazı olan herkesin çok şey borçlu olduğu Expres dergisinde başlattığımız GL sayfasında yayımlanan konuşma metnini, bunca yıl sonra, belki alınan yol hakkında bir fikir verir düşüncesiyle, paylaşmak istiyorum. Konuşmanın adı şuydu:

Tamamı Kaynak



 
Yiğit Karaahmet


Dünyanın her yerinde şehirdeki parklar, bahçeler, içinde biraz sote çalı ve kayalık alan bulunan her yer eşcinsellerin bir numaralı buluşma mekanıdır. Söz birliği edilmişçesine (Var olma ve yaşama mücadelesi böyle bir duyarlılık geliştiriyor), bilmediği bir şehre giden her eşcinsel, partner bulmak için göz atması gereken adresin neresi olduğunu bilir.
Siirt’te de böyledir bu Barselona’da da. İlk adresiniz her zaman şehrin parklarıdır.
Hata her yıl senede bir kere çıkan ve o yıl tüm dünyada açılan, dekorasyonunu değiştiren tüm gay mekanları tanıtan ve tahmin edeceğiniz üzere Britanica kalınlığında olan eşcinseller için dünya rehberi Spartacus’te parklar en geniş yer alan bölümdür. Homofobik olmayan ve eşcinsel kültürle barışık kentlerde şehirdeki parkların neresinde ne yapabileceğiniz, saat kaç gibi nasıl bir kitlenin geleceği, eğer o parktan memnun değilseniz bir diğerinin nasıl bir şey olduğu uzun uzun anlatılır.
Tabii dünyanın her parkı bir Babil’in Asma Bahçesi olmadığı için, tehlikeli parklar da vardır. Spartacus onları da es geçmez.
Hakkındaki tüm bilgileri verir ama yanına A.Y.O.R. (At your own risk) simgesini koyarak. Spartacus size adresi söyler, detayları verir ama risk size aittir.
İşte bizim yalnız ve güzel Taksim Gezi Park’ımız da Spartacus’te senelerdir A.Y.O.R. simgesiyle çıkan yerlerdendir.
Genelleme yapmak istemiyorum ama bence İstanbul’da yaşayan her eşcinselin yolu Taksim Gezi Parkı’ndan en az bir kere geçmiştir. Hoş, yine tüm eşcinsellere sorarsak ‘Asla. Ne işim var benim orada’ diyerek konuyu geçiştirir ama şehrimizin kolektif eşcinsel hafızasında Taksim Gezi Parkı’nın önemi büyüktür.
İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda, Taksim Gezi Parkı sık çalılıklı, bol bol sote yerli, dünyanın en tuhaf insanlarının turladığı bir yerdi. Hiçbir zaman bir kulüpte görmediğimiz tüm simalar buradaydı. Tanınma ve afişe olma korkusu yüzünden kulüplere gitmeyen, eşcinsel mekanlarda görünmeyen tüm kitle bu parkta toplanırdı. Senelerce bunun nasıl bir yanılgı olduğunu düşündüm durdum: Kapalı bir mekana gitmiyorsun ama her an tanıdığın birine rastlayabileceğin parkta sabahtan akşama kadar oturuyorsun.
Bunun iki nedeni olduğunu sonradan anladım.
Birincisi ekonomik. Eşcinsel mekanlar korkunç pahalılar ve herkesin orayı kaldırabilmesi mümkün değil. Bir otobüse binip Aksaray’dan Taksim’e gelip Gezi Parkı’na gitmek en ucuz ve en kolay yol.
İkincisi ise orası sonuçta bir park. Ve isteyen herkes bir parkta oturma hakkına sahiptir. Bunun için eşcinsel olmak, kadın olmak, öğrenci olmak, turist olmak gerekmez. Parklar halkındır. Ve hepimizin temiz hava soluyup, ağaç görmek gibi çok basit bir hakkı vardır. O yüzden eğer tanıdığınız birine rastlarsanız basit bir bahaneyle geçiştirebilirsiniz: ‘Hava almaya geldim’.
Gündüzleri Gezi Parkı, hava almak için gelen epey kozmopolit bir kitleyi ağırlar. Sevgililer (Elbette kadın-erkek. Eşcinsel çiftler parkta o görüntüyü veremezler), çocuklarını çimene salan anneler, yalnız başına parkta oturan adamlar, termosta çay satanlar, turlayan genç ve yağız delikanlı grupları, yaşlı travestiler, köpek gezdirenler, gazete okuyanlar…
Sonra yavaş yavaş hava kararmaya başladıkça kitlede bir değişme olur. Kadınlar ve çocuklar parktan çekilir. Ve parkın esas kitlesi uygun yerleri tutmaya başlar.
Gezi Parkı 24 saat açıktır. 24 saat boyunca sürekli birileriyle karşılaşabilirsiniz. Tabii risk yine de kendinize aittir. Parkta tanıştığınız biriyle bir yere de gitmek zorunda değilsinizdir. Her gizli yer bir otel odası görevi görür. İstanbul’un en faal outdoor seks mekanı uzun yıllar boyunca Taksim Gezi parkı olmuştur. Taksim Meydan tarafından başlayarak, Harbiye’ye kadar uzanana alanla birlikte, isteyenler teleferiklerin olduğu İTÜ’nün oradaki alana kadar parkın odalarında takılabilir.
ŞEHRİN EN BÜYÜK EŞCİNSEL KULUBÜ
Bu uğurda Gezi Parkı’nda çok soyulan ve gaspa uğrayan olmuştur. Dedim ya risk size aittir. İster alırsınız ister almazsınız. Parka takılan kitle birbirine ‘Çok derinlere inme’der. Eğer genç bir çocuk sizi ısrarla teleferik tarafına götürmeye çalışıyorsa bunun altında başka bir neden yattığını anlamanız gerekir. Ah, zavallı turistler. En çok bu tuzağa onlar düşmüştür. Ama yapacak bir şey yoktur. Eşcinsel kültür, iyilerin yanında bu tür durumları da beraberinde getirir. Kontrolü hiçbir zaman elden bırakmamak gerekir.
Taksim Gezi Parkı senelerdir böyle bir yerdir işte. Şehrin en ortasında ki en büyük ve en ucuz açık hava gay kulübü. Sadece müzik yoktur. İçkiyi de isterseniz dışarıdan getirirsiniz. Ama kimseye göstermeden içmek zorundasınızdır.
Fakat bir gün şehre demokrasi gelir ve Taksim Gezi Parkı artık ‘öyle’ bir yer olmaktan çıkar. Çünkü demokrasiye göre Gezi parkı ahlaksızlık ve fuhuş yuvasıdır. Çok tehlikelidir ve oraya takılanların ayağını oradan kesmek gerekir.
Demokrasi önce çalıları keserek ve parkı dümdüz yaparak işe başlar. Artık sote yer kalmamıştır. Parkın o eksantrik ve gizemli havası belediyenin bahçıvanları tarafından budanır. Demokrasi sadece gizli odaları budamakla kalmaz. Normalde görev yapan polis sayısının yaklaşık dört katı görevlendirilir. Banklarda oturanlardan, sadece parktan geçenlerden bile kimlik kontrolü yapılmaya başlanır.>> DipnotTv


GH :Gitmeyenler, bilmeyenler için gezi parkı;







BAZI davranışlarınızın nedenini bazen kendiniz bile anlayamıyor, açıklayamıyor musunuz? Belki de sorumlusu siz değil, üç kuşak önceki bir aile bireyinizdir. Nasıl olur demeyin. Psikoterapist Dr. Mehmet Zararsızoğlu’nun ‘Aile Dizimi Sistemi’ne göre hiç bilmediğiniz ve katkınızın olmadığı nesiller önceki bir günah, bugününüzü etkiliyor, hatta belki hayatınızı zindan ediyor. Nasıl olduğunu 10-11-12 Haziran’da İzmir’de de bir çalışma yapacak olan Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü Başkanı Dr. Mehmet Zararsızoğlu’ndan dinleyelim.............

"
Aile sisteminizde daha önce yaşanmış bilmediğiniz acılar bile sizi etkiler
- Endişelerin, korkuların, travmaların kuşaktan kuşağa aktarıldığını söylüyorsunuz.
- Hangi aile içine doğacağımız ve ne zaman öleceğimiz gibi yaşamın iki temelini, yani başlangıcı ve sonunu bizler seçmiyoruz.  Aile matrisi, içine doğduğumuz ailede kan bağıyla bağlı olduğumuz insanlar ve onlara ait yaşamda var olan ilişkiler ve yaşanmışlıkların bütünüdür. Geçmiş nesillerde yaşanan hiçbir şey kaybolmuyor ve aksine aile büyüklerimizin yaşadığı travmalar matrisimizde kayıt altına alınıyor ve tekrar ediyor. Sistemde yaşanmış her şey, acı, mağduriyet, haksızlıklar, küçük yaşta ölümler, düşükler, göçler, evlat verilmeler, hatta cinayetler. Hayat, onlara ne getirdiyse, hepsi o matriste yer alıyor. Genlerimiz kalıtımsal yolla nasıl geçiyorsa, geçmişte aile matrisimizde vuku bulan, cinayet, göç, kayıp ve diğer travmalar da sonraki gelen nesillere devroluyor. Farkına bile varmadan, kaderi kötü bir dayıyı, amcayı, halayı, hatta bir büyükbabayı bir şekilde temsil ediyoruz.
- Hangi aile üyesine denk geleceği neye bağlı, karakter yapısındaki zayıflıklara mı?
- Hangi aile üyesine denk geleceği ise meçhul, bilinmiyor, piyango usulü sistemde sonraki nesilden herhangi birisi olabilir. Geçmişte aile sisteminde vuku bulmuş haksızlığı, unutulmayı, yok sayılmayı giderecek olan, görülmeyi sağlayacak olan siz olmayabilirsiniz, ama çocuğunuz olabilir. Yani illa şuna ya da bunu isabet edecek diye bir şey yok, ama adını koyamadığımız bir denge, düzen var. Ailedeki en küçük çocukların genelde daha ağır bir ruhsal mirası ve yükü taşıdıklarını görüyoruz. Ama bunu da genelleştirmekten yana değilim. Terapist tüm tecrübesiyle bütüne bakarak hareket temelidir.
- Neden uzun süre Almanya’da yaşamayı seçtiniz?
- Almanya benim için bilinçli bir tercihti çünkü bu ülke psikoloji, felsefe, sosyoloji ve daha birçok bilimin doğduğu ve geliştirildiği bana göre dünyadaki en önemli  ülkedir. 
Pozitif bilimlerin kalesi addedilen Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji, pedogoji ve sosyoloji eğitimlerimi tamamladım. Öğrenim hayatım çok uzun sürdü, neredeyse yaşımın yarısı kadar! Master, doktora derken bir süre Berlin Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptım. Sonra terapi eğitimleri başladı, doktora sonrası 12 yıl. 90’lı yıllarda ‘Aile Dizimi’ metoduyla tanıştım ve Berlin’de Bert Helinger önderliğinde binlerce kişiyle çalıştım. Ve sonra bir gün ansızın Türkiye’ye dönmeye karar verdim ve baktım ki Almanya’da hiç fark etmeden 20 yılım geçmiş. 
Otizm, eşcinsellik gibi ailedeki her farklılığın geçmişe dönük açıklaması var
- Kürtaj, otizm, eşcinsellik gibi konuların aile dizimi sisteminde çok önem taşıdığını nasıl açıklıyorsunuz?
- Aile geçmişinde birini öldürmek, ya da öldürülmek sonraki nesillerde otizm olarak karşılık buluyor, psikozun oluşumunda da benzer bir yapı var. Yani katil ya da maktul enerjisi taşıyan sistemlerde sonraki nesillerde psikotik yapılı kişilik bozuklukları (bipolar, şizofren, mani vb..) oluşabiliyor. Ailede bu travmayı üstlenen kişi yapısında her ikisini de canlandırıyor. Dizilerde eşcinsellik için bilinen dinamik şu; erkek çocuk, erkeklerden yoksun bir ortamda büyüyorsa, sürekli anneyle, anneanneyle, ablalarla haşır neşirse, yani etrafı kadın enerjisiyle çevriliyse homoseksüel eğilimler gösterebiliyor. Ama aile matrisine bakarsak, başka bir dinamikle karşılaşıyoruz: O erkek çocuğunun karşı cinsten bir akrabasının, halasının, teyzesinin, ya da büyükannesinin, çok büyük bir haksızlığa uğradığını görüyoruz. Ve rezonans işliyor:
O erkek çocuk, o kadın kimse, yaşadığı haksızlık dile getirilmediği için, o haksızlığı çözümleyebilmek için, istem ve bilinç dışı kendi cinsiyetinden vazgeçip, karşı cinsin davranış biçimini benimsiyor. Böyle çok vaka gördüm." .................
Tamamı Kaynak >>
Blogger tarafından desteklenmektedir.